Kemal Kahraman

Zimmet suçu üzerine gayri ihtiyari düşünceler

Kamusal çalışma ortamlarında “zimmet” kelimesinin oldukça etkileyici bir havası vardır. Ciddi bir suçu işaret eden söz konusu durumu burada hukuki açıdan ele alacak değiliz. Uzmanlar zaten enine boyuna değerlendirmesini yapıyor. Yine de hukukun konuyu nasıl tarif ettiğine bakarak başlamak niyetindeyim.

Efendim, ceza kanununun ilgili maddesi durumu şöyle ortaya koyuyor; “Görevi nedeniyle sorumluluğu (zilyet) kendisine devredilmiş olan mal veya parayı zimmetine geçiren kamu görevlisi…” Madde, bu yüz kızartıcı suça verilecek cezaları düzenliyor. Ne yazık ki kamusal ortamlarda sıkça rastlanan bir durumdan söz ediyoruz. Sorunun insan tabiatıyla ilgili bir yönü olduğu anlaşılıyor.    

Bir kamu görevlisi veya memur düşünün. Adı üzerinde belli işleri yapmaya “memur” edilmiş ve bunun için yetkilendirilmiş. Görevini yaparken belli miktarda mal veya para üzerinde tasarruf yani kullanma hakkına sahip. Onu yanlış işlerde veya müsrifçe kullanarak kamuyu zarara uğratması durumunda ayrı cezalar söz konusu. Bir de görev gereği geçici olarak kendisine teslim edilmiş olan değerin bir kısmını veya tamamını “kendisine ait hâle getirme” durumu var. İşte buna “zimmetine geçirmek” deniyor. Elindeki geçici yetkiyi istismar etmiş oluyor.

Bir veznedar veya kasa görevlisi düşünün. Sürekli olarak paralar geliyor, gidiyor. Akşam olunca ayrıntılı hesap veriyor. Eğer gelen giden eşit olmazsa eksik kısmını kendisi ödeyecek. Veznedar esasen bir emanetçidir. Bütün gün elinden geçen paralara yabancıdır. Onlar sadece birtakım rakamlardan ibarettir. Kendisini hesap vermek açısından ilgilendirir. Sahibi olmadığının bilincindedir. Zamanı geldiğinde kendisi için takdir edilmiş olan maaşı alır, onunla geçimini sağlar.

Kasasında milyonlarca lira bulunan bir veznedar çok zengin olduğunu söylese bu ancak espri konusu olabilir. İhtimal bankalarda bu tür şakalar yapılıyordur. Para tomarları arasında fotoğraf çekilen görevliler daha sonra bunu unutup normal hayata devam eder. Para nakli yapan güvenlik görevlisi, tedirgin bir şekilde taşıdığı yükü yerine ulaştırdığında rahat bir nefes alır. Kendisine emanet edilen parayı ait olduğu yere veya kişilere teslim etmiştir. Sorumluluk duygusu böyle bir şeydir.

Bu noktada sözü dünya hayatında bize emanet olarak verilen nimetlere getirmek istiyorum. Bu mal olabilir, para olabilir, sağlık, aile, akıl, beden, zaman, aklımıza gelen her türlü nimet olabilir. Onlar bize şu geçici dünyada “hangimizin daha iyi iş yapacağını sınamak için” emanet olarak verilmiştir. Hepsinin ayrı ayrı zekatı, sadakası, yükümlülüğü vardır.  

Malı, parayı, gücü doğru yollardan nasıl edinmemiz ve kullanmamız gerektiği belirtilmiştir. İnsan kazandıklarını beraberinde götürecek değildir. Herkes kendinden sonrakilere miras bırakıyor. Sonuçta kimseye kalmamış oluyor. Ne var ki hayır işine harcadıkları bunun dışındadır.  Onları kendinden önce göndermiş oluyor. Formül çok açık; verdiğin senindir.

Vermesi gerekeni vermekten imtina ettiği zaman, işte o zaman, kendine ait olmayan kısmı da haksız biçimde alıkoymuş oluyor. Bu durumu memuriyetteki zimmetine para geçirme olayıyla karşılaştırmak konuyu anlamamıza yardımcı olacaktır. Yükümlü olduğu şeyi vermezse, tasarruf yetkisini kötüye kullanmış oluyor. Başkasının hakkı zimmetinde kalmış oluyor. Halbuki elinde olanın, sorumluluğu altında olanın hakkını verdiği zaman, varlığı temizlenmiş oluyor.

Ana babamızın üzerimizde hakları vardır. Yoksul, yetim, dul, hasta gibi ihtiyaç sahibi olarak işaret edilen insanların bize verilenlerde hakkı vardır. Canlı ve cansız gördüğümüz tüm yaratılmışların üzerimizde hakkı vardır. Bu ille de para olmayabilir. Zekattır, sadakadır, ibadettir, sevgidir, saygıdır, merhamettir, zamandır, selamdır, güzel bir sözdür. Belki sadece gülümsemedir.

Hak sahipleri bu dünyada zayıf gibi görünebilir. Sesleri çıkmayabilir. Beklentilerini ifade etmekten çekinebilirler. Ama asıl güçlü olanlar, onlardır. Bir bilebilseydik. Onlar borçlu değil alacaklıdır. Sessiz ve mahzun gözleriyle bütün hakların yerini bulacağı günü sabırla beklerler. Onlar duası makbul olanlardır.

Varlığı büyük olanın sorumluluğu da büyüktür. Elinde olandan hak sahiplerine özenle dağıtmakla yükümlüdür. Bunun bir hesabı, kitabı ayrıca yolu yöntemi var. Kırmadan, incitmeden, fark ettirmeden, yüzüne çarpmadan verilmesi gerekiyor. Çünkü zaten ona ait olanı veriyorsun. Bu bir lütuf değildir. Sana lutfedileni yerine koymandır. Aksine almayı kabul eden lütufta bulunmuş oluyor. Bunun için teşekkür etmek nezaket icabıdır.    

Dikkatli bakıldığında, insan aslında mal sahibi değil, tasarruf sahibidir. Belirlenmiş bir ömürde kullanma ve harcama imkânı, yetkisi verilmiştir. Ama elinde bir harcama cetveli vardır. Gün akşam olduğunda hesabı bir bir verilecek olan cetvel. Gelenlerle gidenler birbirine uymadığında vay hâline. Verilen nimetleri nasıl kullandı? Zamanı nerelerde, kimlerle harcadı? İhtiyaç sahiplerini ne ölçüde kolladı? Ana babasına, zayıf ve yetimlere nasıl muamele gösterdi? Sıra çetin bir hesaba gelmiştir.

İsterseniz bundan sonrası için de hukukun yöntemlerinden faydalanalım. Eğer kamu hakkına “iade edilmek üzere geçici el konulduysa” ceza yarıya indiriliyor. Bazen insan gaflet halinde zekatı, sadakayı erteleyip duruyor. İyilikleri hep yarınlara bırakıyor. Zamanla geri verme, karşılama niyeti varsa bunun hafifletici bir sebep olması umulur. Niyet her işin esasıdır. Öte yandan hukuk “etkin pişmanlık” diye bir kavram üzerinde duruyor. “Soruşturma başlamadan önce” pişman olunursa, zimmete geçirilen şey aynen iade edilirse verilecek ceza büyük ölçüde indiriliyor.

Buradaki anahtar kavram, “soruşturma başlamadan önce”dir. Dünya hayatımızda bu tevbe zamanıdır. Bize verilenleri bizim sandık. Bu zanla keyfimizce kullandık. Başkalarının haklarını belki hiç düşünmedik. Belki ihmal ederek onlara pek azını ayırdık. Hayırlarımızda, merhametimizde, sevgimizde, zamanımızda cimri davrandık. Bu kadarının azık olarak bize yeteceğini sandık. Oysa hesap cetvelindeki yerleri aşağı yukarı belliydi. Elimizdekiler verdikçe azalmıyordu. Bereketi bir türlü anlayamadık.

Derken zaman tükendi, gün akşam oldu. Soruşturma başlamadan “etkin bir pişmanlığa” düşerek üzerimizdeki hakları iade etmenin zamanıdır. Borçlarımızı eda etmeliyiz. Yoksa bütün o biriktirdiğimiz, başkalarına sunmamız gerekirken kendimize sakladığımız, paylaşmayı yarınlara bıraktığımız nimetler zimmetimizde kalacaktır.    

YAZARA AİT DİĞER YAZILAR