Babaların Unutmadığı İdealler - Cihan Aktaş’tan Bir Öyküyle Halleşmek

Mimarlık okumak bana başlı başına bir delilik gibi gelir. Buna karşın, sadece mimarlık okumak değil, bir de Mimar Sinan’da mimarlık okuyup, Cihan Aktaş’ın deyimiyle, “idealleri” olması insanın epey iddialı kaçıyor, en azından Babam O Yağmurlu Günü Hiç Unutamıyor öyküsünün geçtiği zaman için böyleydi. İçinde bulunduğu ortamda kişinin, bir azınlığı temsil etmesi ürkütücü bir bakıma. Yaptıklarının, ürettiklerinin sürekli geri çevrilmesi, yetersiz bulunması, o topluluğa hitap etmediği halde sürekli kendine orada bir yer açmaya çalışması… Buna karşın öyküdeki genç kız gibi pek çoğumuzun bir şeyler düşünmeye ve yapmaya çalıştığını biliyorum. Zaten nasıl kaçınılabilir ki bu durumdan?

 

Cihan Aktaş’ın mimarlıkta yaşadıklarının aynısını yaşıyoruz. Bugün felsefede ya da sosyolojide, ya da psikolojide, ya da ne okursa okusun üniversitede yaşayan onlarca genç, kafası karışık bir şekilde İslam nokta noktayı doldurmaya ya da oluşturmaya çalışıyor. Ben de idealsiz yaşamak ne demek hiç bilmedim. İdeal kelimesinden haz etmesem de, Aktaş’ın neler kastettiğini anlıyorum. Aleme yeni bir “tasavvurla” bakmak için çalışmak, evet bence de, pek hafif ve kolay bir iş değil. 

 

Kimisinin idealleri başka bir yöne bakıyor, ideali yok değil, ama yaşadığı her ana sirayet etmiş idealler ve onların hissini görmüyor insan o başkalarında. Öyküdeki arkadaşı “basit” çizimler ve “sıradan” projelerle tashihten geçebiliyorken, kendisinin aklında İslam mimarisi fikri dört dönüyor. İdeallerim var benim, benim ve öyküyü okuyanın diyor bir yandan bu iddiayı kursağında taşırken. Basit projeler, çizimler ve yazılarla geçiştiremiyor hiçbir şeyi. Başka idealler, başka düşünceler de var tabi, ama herkes kendininkinden bakarak idealleri onur düzeyine göre tabakalara ayırıyor. Tarihi geçmiş bir ideal olarak görüyorlar onunkini - olur mu öyle şey? Anlatıldığında fazla kaygılı, anlatılmadığında çok ağır bir yük oluyor bu.

 

Bir de çizimler bu kadar “temizken” ve aslında bunu içten içe isterken, Mimar Sinan’da resim okuyamamak var. İnsanın tercihleri böyle seyrediyor idealler olunca. Bu duyguya aşina çok kişi var, çevremde ve kendimde görebiliyorum bunu. Biraz da birinin bunu dillendirmiş olmasına seviniyorum. Bu endişesinin dillendirilememesi, dillendirse bile anlaşılmaması ya da yanlış anlaşılmasına nasıl da katlanamıyor insan. Onun sorunlarını görmeyen kadın hareketleri, ne kadar afiş de hazırlasa, aktif de olsa canını sıkıyor bugün Mimar Sinan’da okuyan bir arkadaşımın. Üçümüzün ortak noktası olan bir dert var ve onlar, bunu görebilecek bir topluluk değil.

 

Bir de üstüne işin kendisiyle baş etmek, sabahlara kadar düşünmek ve çizmek var. O ideale gözleri bağlı ulaşmaya çalışan biri, tek kişi insanın kendisi olsa belki yine hafif bir sancı olurdu. Peki ya bu ideale ortak ettiklerimiz? Bizimle yağmurlu bir gün sırf bir çizim masası almak için İstanbul’un kırtasiyelerini altına üstüne getiren babalarımız, sabahlara kadar açık duran ışıktan uyuyamayan kardeşlerimiz, boynumuz belimiz büküldü diye halimize üzülmekten bitap düşen annelerimiz… Bizim ideallerimiz onların gözünde neler acaba? Aktaş biraz da cevabını duymaktan çekindiği bir soruyu soruyor gibi gelmişti bana. Onların idealleri neydi, nasıl yetiştirdiler bizi, nasıl kabullendiler Mimar Sinan’da mimarlık okumasını bir genç kızın o yıllarda. Sonra neden öyküdeki gibi, yıllar sonra, verilen fedakarlıkları ve yağmur altında kalınan günleri hatırlatıp durdular?

 

Bence anne babaların bize yaşattığı bu anlar, kendimizi ara ara yoklayalım diye var. Bazen, bu düşünceden uzaklaşınca, mesela insan artık mimar olmayacağını anlayınca bu ideali bir geçmiş olarak hatırlıyor, ama öyle olsun da istemiyor. Ortada, yitip gitmiş bir dava olmadığından emin olmak istiyor. Anının ayaklanıp yürümesi gibi getiriyorlar ya masaya ideali yeniden, işte o aslında bir zamanlar “Ya Tahammul Ya Sefer!” diyenin hala vazgeçip vazgeçmediğini kolaçan etmek için. Şahsen, öyle bir hüzne gark olmak istemem ben.

YAZARA AİT DİĞER YAZILAR